Bir Çok Ben Var Benden İçeri

bir ben var nirvana psikiyatriÇoğul kişilik bozukluğu: Kısa bir gözden geçirmeÇözülme reaksiyonlarının (dissosiyatif bozukluklar) erken dönem travma temelli tablolarından biri olarak kabul edilen çoğul kişilik bozukluğu (dissosiyatif kimlik bozukluğu), Akıl Hastalıklarının Tanısal ve İstatistiksel EL Kitabı (05M-IV) sınıflamasının önemli tablolarından biridir...>

Çoğul kişilik bozukluğu: Kısa bir gözden geçirme

Çözülme reaksiyonlarının (dissosiyatif bozukluklar) erken dönem travma temelli tablolarından biri olarak kabul edilen çoğul kişilik bozukluğu (dissosiyatif kimlik bozukluğu), Akıl Hastalıklarının Tanısal ve İstatistiksel EL Kitabı (05M-IV) sınıflamasının önemli tablolarından biridir.

DS M IV, çözülme reaksiyonlarını, tehlike ya da ağır bir stres karşısında, bilinç, bellek, kimlik veya çevrenin algılanmasına ilişkin bütünleşmiş işlevlerde dağılmanın meydana geldiği ve temelinde geçmişteki çatışmalar ile günlük travma tik olaylardan uzaklaşma gereksiniminin yattığı psikolojik bir kaçış mekanizması olarak tarifler. Bu reaksiyonlar, dissosiyatif bellek yitimi (psikojenik amnezi), dissosiyatif kaçma (füg), dissosiyatif bayılma,
depersonalizasyon, uyurgezerlik (somnanbulism), otomatik davranış ve donakalım (katalepsi) şeklinde ortaya çıkabileceği gibi, zaman zaman da ilgili reaksiyonların kritik bir derecesi sayılan ve bu çalışmanın odak noktasını oluşturan çoğul kişilik bozukluğu şeklinde karşımıza çıkabilir (APA, 1994; Dinçmen, 1981; ilal, 1984; Talbott vediğ., 1988; Ziyalar, 1981). Bireysel bütünlüğü tehdit edici olaylar karşısında veya yoğun bir stres altında kişiliğin parçalanarak kendisini aşırı endişe halinden korumasını ifade eden çoğul kişilik bozukluğu, DSM-IV tanı kriterlerine göre şu temel özellikleri taşır (APA, 1994):

• İki ya da daha fazla ayrı kimlik veya kişilik yapısının aynı kimsede görülmesi (Kriter A),
• Bu kimlik veya kişilik yapılanın bireyin davranışlarını yineleyen bir şekilde kontrol altına alması (Kriter B),
• Sıradan bir unutkanlıkla açıklanamayacak ölçüde kişisel bilginin hatırlanamaması (Kriter C),
• Bozulduğun bir maddenin fizyolojik etkileri (örneğin, alkol zehirlenmesinde ortaya çıkan bilinç boşlukları veya kaotik davranışlar) ya da genel fiziksel durumdan (örneğin, karmaşık kısmi nöbetler) kaynaklanmaması ve
çocuklarda semptomların hayali oyun arkadaşlarına veya diğer düşsel oyunlara atfedilmemesi (Kriter D).

Çoğul kişilik bozukluğu tanısının verilmesinde DSM-IV' ün esas aldığı bu dört ana tanı kriterinin yanı sıra, klasik yaklaşıma göre, aşağıdaki bulgular da önem taşımaktadır (Talbott ve diğ., 1988):

• Önceki tedavide başarısızlık,
• Asıl tanı öncesinde üç ya da daha fazla sayıda farklı tanının konması,
• Hali hazırda psikiyatrik ve somatik semptomların varlığı,
• Değişen semptomlar ve işlevsellik düzeyleri,
• Ağır baş ağrıları,
• Zaman algısı bozukluğu ve zaman boşlukları,
• Hatırlamadığı davranışlarının başkalarınca söylenmesi,
• Diğerlerinin gözlemlenebilir değişimlerini fark etmesi,
• Bir kimlikteki el yazısı ya da nesneleri ve ürünleri kullanımının, diğer kimlikte hatırlanamaması,
• Onu bazı aktiviteleri yapmaya yönelten sesler işitmesi (hastaların %80'i bu seslerin kafalarının içinden geldiğini belirmiştir),
• Kolektif anlamda biz" kelimesinin kullanımı,
• Hipnoz veya sodyum amobarbital uygulamasıyla diğer kimliklerin ortadan kaldırılabilmesi.

Yukarıda da belirtildiği üzere, çoğul kişilik bozukluğu, kimlik, hafıza ve bilincin çeşitli işlevlerini bütünleştirmedeki başarısızlığını ifade eder. Her kişilik hali farklı bir ad taşıyan ayrı bir özgeçmişe, kendilik imajına ve kimliğine sahipmiş gibi yaşanabilir. Genellikle bireye verilen adı taşıyan pasif, bağımlı, suçlu ve bastırılmış bir ana kimlik vardır. Diğer kimlikler sıklıkla başka adlara sahip olup, ana kimlikle zıt olan nitelikler taşırlar (örneğin, düşman, kontrol edici, koruyucu ve öz-yıkıcı). Ross, Norton ve Wozney (1989), çoğul kişilik bozukluğu tanısı konmuş 236 olgunun analizi sonucunda, diğer kimliklerin, çocuksu kişilik (%86), farklı yaşta bir kişilik (%84,5), koruyucu kişilik (%84) ve perseküte kişilik (%84) şeklinde ortaya çıktığını saptamışlardır. Benzer kişilik yapılan (öfkeli, koruyucu, baskılı, incinmiş, çocuksu), Deli ve Eisenhower 'ın (1990) çoğul kişilik bozukluğu tanısı konmuş 11 adolesan üzerindeki araştırmasında da (deneklerin tümünde) ortaya çıkmıştır.

Bu bozuklukta, bireyler özgeçmişlerine dair uzak ve yakın belleklerinde sık boşluklar yaşarlar. Amnezi yalnızca yineleyen zaman dilimlerinin kaybı şeklinde değil, çocukluk dönemine ilişkin biyografik belleğin tümünün kaybı tarzında da olabilir. Bir kimlikten diğerine geçiş genellikle bir kaç saniye alır. Nadiren dereceli geçiş görülebilir. Ortaya çıkan kimlik sayısı 2'den 100 lere ulaşmakta, rapor edilen olguların yarısında ise 10 ya da daha az kimliğin varlığından söz edilmektedir. Kadınlar (ortalama 15 ve yukarısı) erkeklerden (ortalama 8) daha fazla kimliğe sahip olma eğilimindedir. Bozukluk yetişkin kadınlarda yetişkin erkeklerden üç ila dokuz kez daha sık görülmekte, çocuklarda ise kız-erkek oranı daha da artabilmektedir. Ancak konuyla ilgili data sınırlıdır (APA, 1994). İlgili laboratuar bulgularına göre (APA, 1994), çoğul kişilik bozukluğu olan bireyler, hipnoza yatkınlık ve dissosiyatif kapasite ölçümlerinde genel dağılımın üst ucunda puan almaktadırlar. Değişen kimliklere göre değişen fizyolojik özellikler de rapor edilmiştir (örneğin, görsel keskinlikte, acı toleransında, astım semptomlarında, alerji yapan maddelere duyarlılıkta, insüline karşı kan şekerinin tepkisinde kimlikler arasında farklar vardır), ilgili fiziksel muayene bulgulan ve genel fiziksel duruma bakıldığında ise kendini yaralama veya fiziksel örselenmeye ilişkin izler saptanabilir. Bu bozukluğu gösteren kimselerde migren veya diğer tipte baş ağrıları, irrite edici barsak sendromu ve astım görülebilir. Çoğul kişilik bozukluğu olan bireylerin, özellikle çocukluk çağlarında, yineleyen ağır fiziksel ve cinsel istismara uğradıkları belirtilmektedir (Ament, 1987; APA, 1994; Baldwin, 1990; Coons, 1986; Cozolino, 1989; Dale, 1999; Fraser, 1990; Kluft, 1987; Lynn, Rhue ve Green, 1988; Mulhem, 1994; Putnam, 1993; Talbott ve diğ., 1988, Whitman ve Munkel, 1991). Nitekim , Ross ve diğerlerinin (1989) yukarıda değinilen çalışmasında, ele alınan olguların %74.9'unda ağır fiziksel istismar, %79.2'sinde ise ağır cinsel istismar bulgusu saptanmıştır. Dell ve Eisenhower (1990), yine yukarıda sözü edilen, çoğul kişilik bozukluğu tanısı konmuş adölesan çağındaki 11 olgunun tümünde, çocukluk dönemi travması olarak cinsel, fiziksel ve emosyonel istismar geçmişi saptamıştır. Bu gençlerin annelerinin %36'sında da aynı bozukluk görülmüştür. Nitekim , bu bozukluğun görülme sıklığına bakıldığında, birincil dereceden biyolojik akrabalar arasında, genel popülasyonda olduğundan daha fazla ortaya çıktığını gösterir çalışmalar vardır (APA, 1994). Goff ve Simms (1993), 1800-1965 yılları arasında yayımlanan 52 olgu ile 1980' lerde yayımlanan 54 olguyu karşılaştırdıklarında yukarıdaki verilen destekleyen şu ilginç sonuçlara ulaşmışlardır: Eski ve yeni olgular arasında tanı yaşı, tedavi ve izleme süreleri, çocuksu ve karşı cinse ait kişilik yapıları ile hipnotize olma yönlerinden herhangi bir farklılaşma meydana gelmemiştir. Ancak yeni olgular eskilerinden, ortalama kişilik sayısı (3'den 12'ye), başlangıç yaşı (20'den ile), erkeklerde görülme oranı (%44'den %24'e) ve çocukluk çağında istismar geçmişi bulunma sıklığı (%29'dan %81'e) açılarından anlamlı bir şekilde farklılaşmıştır.
Çoğul kişilik bozukluğuyla birlikte seyredebilen tablolardan en önemlisi travma sonrası stres bozukluğu ya da travma sonrası belirtileridir (örneğin, gece k5buslanı, geri dönüşler ve irkilme tepkileri). Bu seyre bağlı olarak, öz-yıkıcı davranışlar, kendini yaralama, intihar ve saldırgan hareketler meydana gelebilir (Dale, 1999).

Nitekim Ross ve diğerlerinin (1989) çalışmasında, ele alınan olguların %72'sinin intihar girişiminde bulunduğu ve %2.1mm bu girişimde sonuca ulaştığı bildirilmiştir. Sonuç olarak, pek çok ruhsal kaynaklı problemde, altta yatan psikolojik süreçlere müdahale, medikal müdahale kadar önemli bir pozisyon taşımakta, hatta psikoterapi kanalıyla müdahale, pek çok noktada, medikal müdahalenin sınırlılıklarını sorgulayan bir araç konumuna geçmektedir. Özellikle çözülme reaksiyonlarında, arka planda olası bir istismar geçmişinin kuvvetle var olabileceği sorusu, temel alınan edebiyat bağlamında, her zaman için yadsınmaz bir olasılık taşıdığına göre, psikoterapi'nin işlevselliğine ilişkin beklenti, bir kez daha, çarpıcıbir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Popüler Psikiyatri Sayı : 53 2010 - 2010 Dr. GÜL ÇÖRÜŞ / Klinik Psikolog