Psiko-Aşk

İnsan insan olduğundan, Âdem ile I-Havva’dan beri bilir bu meseleyi. Beklemedikleri bir anda bir şeyler olur ve o andan sonra ne kendileri aynı kalır ne de hayat. Bambaşka bir renk alır evren. Siyah desen siyah değil, beyaz desen beyaz... Çiçekler farklı kokar, gökyüzü daha mavi, yaprakların yeşili farklı gelir artık. Bazen bahara dönüşür dünya, bazen çekilmez soğuk bir kış ayazı. Gelip çatmıştır artık o esrarengiz zaman dilimi ve yaşamaktan başka çaresi bulunmamıştır yeryüzünde. Eğer çareyse yaşamak!

İnsanlar düşünüp taşındılar, gönüle değdiğinde ruhu sarıp sarmalayan, sardığı kişiyi kör eden, değiştiren, mantığına hükmeden, bu kolay anlatılmayan, karşı konulamaz duyguya ne diyelim diye. Tohumu toprağa düştüğünde hızlı bir şekilde tüm bahçeyi saran, tutunduğu ağacı içten içe kurutup bitiren, kendinden başka hiçbir şeyi görmesine izin vermeyen bir bitki vardı yeryüzünde, adı: Sarmaşık. İşte dediler; her neyse yaşadığımız şey şu bitkiye çok benziyor ve sarmaşık diyorsak bitkiye, bu duygunun da adı aşk olsun.

Güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit doğduğunda tüm tanrılar şölen gecesinde toplandılar ve kutladılar bu güzel günü. İşte o gün yokluk tanrısı, şaraptan sarhoş olmuş varlık tanrısını baştan çıkardı. Birleşmeler inden Eros doğdu. Bu yüzden Platon’a göre aşk ne varlıktır ne de yokluk. Belki de her ikisi. Belki de yolduğun varlığınla bütünleşme, kendini tamamlama isteğidir. Kutsal kitaplarda Ahzen-ul Kissa olarak geçen Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesine ‘en güzel hikâye’ denmesinin sebebi de aşkı anlatmasıdır. İnsanları etkilediği kadar tanrılar katında da değerlidir.

‘Aşk herkesi eşit kılar’ der Miguel de Cervantes. İnsanlığın doğuşundan beri, ister dilenci ister kral olsun, ister hizmetçi isterse sultan her insan geçmiştir bir kez aşkın çemberinden. İnsanların hayatına yön ver en, yazdıran, çizdiren, delirten, ağlatan ve güldüren, intihara sürükleyen, öldürten, binlerce insanın ölümüne sebep olan savaşlar yaratan, tarihin akışını değiştiren imparatorluklar yıkan; o gücü anlatılmaz duyguya aşk dediler.

Başladılar yaşamaya, yaşadıkça anlatmaya, anlattıkça düşünmeye... Şarkılar şiirler, romanlar yazmaya; resimler heykeller ve filmler yapmaya ve hal en anlatılmaya devam ediyor aşk. Konfüçyüs’e göre söz dinlemeyen, dizginden anlam ayan, dörtnala giden bir at gibiydi aşk. Ruhumuzda fay hatları oluşturan ve depremler yaşatan bu duygu nasıl oluşuyor? Nedir? Ne değildir? Yüzyıllardır insanlar aşkı tanımlamaya çalışmışlar, kimine göre muhteşem bir heyecan, kimine göre delilik, kimine göre mantıksızlık. Kimine göre cins ellik. İnsanlarda benzer etkiler yaratan, tüm kültürlerde görülen bu evrensel fenomen bir hastalık olabilir mi?

Evrimsel açıdan bakacak olursak aşka, türümüzü devam ettirmemiz, yeni nesillerin ortaya çıkması için bağlılık yaratan, karşı cinse doğru harekete geçiren ve yeni nesli korumak, büyütmek için bir gereklilik gibi görünüyor; bazı filozoflara göre ise cinsel haz için uydurulmuş bir kılıftır.

Psikanaliz e göre çocukluk döneminde sevdiğimiz, bağlı olduğumuz objelere yeniden kavuşma istediğidir. Yaşadığımız bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak için karşı tarafla bir bütünlük kurma, ruhumuzdaki eksiklikleri tamamlamaya çalıştığımız bilinçdışı bir süreçtir aşk. Başlangıçta enerji veren, mutluluk ve heyecan hissettiren aşk sonra tüm benliğimizi sarıp bambaşka bir kılığa sokabilir.

Ruhumuzda bölünmüşlükler yarata ak, kendimizi tanıyamaz hale getirebilir. Ahmet Altan bir yazısında şu cümleyle özetler bu değişimi “Aşk bir orospuyu azizeye, bir azizeyi orospuya dönüştürebilir”. Son dönemlerde bilim adamları tarafından yapılan araştırmalar aşkın nörobiyolojik ve kimyasal temellerini açıklayarak aşkın üzerimizde yarattığı etkilerin nedenlerini, biraz daha iyi anlamamıza yardımcı olmuştur.

Aşkı bilimsel yöntemlerle açıklamak romantizminden daha az keyifli ve hatta bazen sıkıcı olsa da yine de merak uyandıran bir konu haline gelmiştir. Aşk oldukça karışık psiko-nörobiyolojik bir olaydır. Yapılan çalışmalarda âşık olduğum uzda vücudumuzdaki hormon seviyeler inde değişiklikler olduğu ve beynimizin bazı bölgelerinde aktivasyon bazı bölgeler inde ise deaktivasyon gözlendiği belirtilmiştir.

Aşkın doğası gereği âşık olduğumuz kişiyi görmek ve birlikte olmak isteriz; salgılanan oksitosin hormonunun yarattığı duygusallık bizi âşık olmaya yatkın hale getirir ve sevgilinin kötü yanlarını görmem izi sağlayan beyin yapılarını devre dışı bırakarak, hayranlık uyandırmasına ve güzellikleri sevdiğimiz kişiyle özdeşleştirmemize neden olur. Oksitosin ayrıca sevdiğimiz kişiye bağlanmada da önemli rol oynamaktadır. Erkek farelerde yapılan bir çalışmada, oksitosin seviyesi yüksek olan farelerin eşlerini aldatmadığı saptanmıştır. Diğer yandan artan dopamin düzeyleri kendimizi ödüllendirilmiş gibi hissetmemizi sağlayarak mutluluk ve mutluluk sağlayan kişiye ulaşma isteği doğurur. Dopamin aynı zamanda şizofrenide de miktarı artan bir maddedir.

Psikotik hastalıklarda içgörünün azaldığı, gerçeği değerlendirme yetisinin bozulduğu göz önünde bulundurulursa; aşkta gözlenen, içinde bulunduğu durumun farkında olmama gibi mantıklı olmayan davranışlar, hafif düzeyde de olsa psikotik tabloyla benzerlikler göstermektedir. Bu bulgular aşkın gözünün neden kör olduğunu ve neden aşkta mantık olmadığını büyük ölçüde açıklayarak “aşk deliliktir” diyen Shakespeare’i destekler.

Aynı zamanda “aşk karşımızdaki insanı bulunmaz hint kumaşı zannetmekle, kendi salaklığımızın farkına yarma arasında geç en zamandır” sözü, bu hormonların başımıza ne işler açtığını ve hormon seviyelerim iz normale döndükten sonraki aşk sürecin e bakışımızı özletlemektedir. Öte yandan azalan serotonin miktarı sevgiliyi saplantılı bir şekilde düşünmemize, kaygılanmamıza, bu kaygıyı ortadan kaldırmak için harekete geçmemize neden olarak bu yönüyle obsesif kompulsif (takıntı-zorlantı) rahatsızlığını hatırlatmaktadır. Artan noradrenalin seviyeleri, bir korkagi sevdiği uğruna ölümlere giden bir şövalyeye dönüştürebilir. Yalnızca, âşık olduğumuzda bu kadar sık ve yoğun hissederiz; heyecanı, cesareti, coşkuyu ve göğsümüze sığmayan kalbimizin kanatlarının sesini; yani bulutlarla dans etmeyi.

Yapılan görüntüleme çalışmalarında beynin görsel uyaranlara özelleşmiş bölgesi olan ‘fusiform girus’ta, değişik duygusal fonksiyonlarla ilişkili olan ‘insula’da ve mutluluk durumuyla ilişkili olan ön ‘singulate korteks’te aktivite artışı saptanmıştır. Bu faaliyet artışı davramşlan da etkilediği için izol e bir bölgeyle sınırlı kalmayarak beynin değişik bölgelerini de etkilemektedir. Tüm bu söylenenler bazen aşkı bir çeşit hastalık olarak düşünmemize yol açabilmektedir; eğer bir hastalıksa, sanırım yeryüzündeki en güzel hastalıktır aşk.