Sosyal Psikiyatrik Açıdan Kent ve Aile

Psikiyatrinin önemli dallarından biri olan sosyal psikiyatri, ‘çevre koşullarının kişilerin psikolojik durumları üzerindeki etkilerini’ inceler. “İnsan çevresi ile birlikte bir bütündür” görüşünü ise kendisine temel olarak alır.

Ülkemiz hızlı bir toplumsal değişme süreci yaşamakta ve bu olgu, birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Toplumsal değişme terimi, toplumun yapısındaki tem el ve geniş değişmeleri belirtir.

Bu değişme yavaş ve dengeli bir biçimde olduğu zaman; yeni değerlerin yerleşmesi de dengeli olur ve fazla stres doğurmayabilir, ancak değişme hızlı olursa birey, yapısında gerekli değişmeler oluşmadan toplumun değişimine ayak uydurmaya zorlanmış olmakta ve sonuçta gerek kişisel gerekse toplumsal homeostazis bozulmaktadır.

Ülkemizde yüksek bir nüfus artışı yanında, büyük bir kent nüfusu artışı da söz konusudur. Günümüzün kentleri gittikçe kal abalıklaşmakta ve tümü de düzensiz bir biçimde kenarlardan büyümektedir. Bu genişleme ve kalabalıklaşma; kentteki yaşantının toplumsal, kültürel ve ekonomik yapısını değiştirmektedir.

Su, elektrik, ulaşım, kanalizasyon, sağlık ve eğitim gibi gereksinmelerin gittikçe artan popülasyon nedeniyle karşılanamaması; trafik karmaşası, gürültü, hava kirliliği, işsizlik, pahalılık gibi etkenler, bireylerde engellenmeye yol açar ve kent insanının her gün karşı karşıya bulunduğu bu ve benzer i stresler; sıkıntı, mutsuzluk, saldırganlık duygularına sebep olur.

Sıkıntı; alkole ve uyuşturucu maddelere eğilimi arttırmakta, kişinin topluma karşı ve kendine karşı olumsuz davranışlarının yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Kent yaşantısında, insanların gerek kendisine gerek diğer insanlara karşı sevgisi ve güveni de azalmış durumdadır. Buna paralel olarak akraba ve komşu ilişkileri ve yardımlaşma da azalmakta, iyi duygu ve davranışların yerini olumsuz ve genellikle bencil duygu ve davranışlar almaktadır.

İnsanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık... Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan... Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar.

A.de Saint - Exupery, Küçük Prens’ten...

İnsan, büyük kentlerin içinde bireysel varlığıile kendini küçük ve yalnız görmektedir. Büyük kentte yaşayan insanın daima, bilmediği ve tanımak için bir çaba göstermediği bir kalabalığın ortasında yapayalnız dolaştığı öne sürülür. Kentli insan sok akta, ulaşım araçlarında, çarşıda ve oturduğu apartmanda hep yabancılarla karşı karşıyadır. Yabancı gerçeği, toplumsal yaşantıya girmiş ve egemenliğini kurmuştur. Aynı apartmanda yalnız insanlar

Bir kadının otoyolda arabasının lastiği patlar. Yoldan geçenlerin hiç biri arabasını durdurup, bu bayana yardım etmemektedir. Sonunda bir adam arabasını durdurur ve bayanın arabasının lastiğini değiştirir, Çok hoşnut kalmıştır bu iyilikten genç kadın. Yardımsever kişiden bir kartını vermesini rica eder ve ayrılırlar.

Aradan birkaç gün geçer ve bir gün yardımsever kişinin oturduğu dairenin zili çalınır. Adam kapıyı açar ve karşısında, ellerinde bir buket çiçekle genç bayanı ve eşini görür. İçeri buy ur eder; ancak bir durum tuhafına gitmiştir, çünkü genç çiftin ayaklarında terlik vardır. Bunun nedenini sorar ve sonunda anlaşılır ki; bu genç çift ve yardımsever bey, yıllardır aynı apartmanda oturmakta ve birbirlerini tanımamaktadırlar.

Kent yaşantısında kişinin içinde bulunduğu ya da kurduğu toplumsal ilişkilerin say ısı çok olabilir; ancak bunlar bağlayıcı nitelikte değildir, yani ikincil ilişki türündendir ve de genellikle başladığı yerde biter. Bütün kişiler arası ilişkileri, minimum bir duygusal katılımla yürütmek eğilimi egem endir.

Büyük kentlinin; çıkarına uygun bazı biçimsel ve alışılmış davranış kalıplar ı, bu amaca yaramaktadır. Kişiler arası ilişkileri, kişilikler değil gereksinmeler belirler. Sözgelimi trafiğe katılan yaya, müşteri, otobüs yolcusu, seyirci gibi... Bu davranış kalıplarının tümünün, ortak bir yanı vardır; o da tüm bu ilişkilerin, o anda duy ulan gereksinmelerle sınırlı olmasıdır. Bir gişe görevlisinin, önünde sıraya girmiş kişilere davranışı ile sıradakilerin gişe gör evlisine karşı davranışları, bu tür ilişkinin en tipik örneğidir.

Büyük kent, insana daima belirli bir toplumsal rolün ve tüm kişisel ilişkilerini bu role indirgemenin kendi çıkarı gereği olduğunu öğretmektedir. Büyük kent yaşantısı işte bu yüzeysel ilişkilerden ve standart davranış kalıplarından kur ulu bir ağın ortasında, yürekten bir” merhaba, günaydın” demeden ve işitmeden, yardımlaşma olmaksızın ve de asansörde dahi bir yabancı ile burun buruna yaşana gelmektedir.

Yalnız kalmamak için

“Yaşlı kadın her sabah, evinin önünden geç erek işine giden bir kadına,
• Günaydın, iyi günler! Demekte, ancak hiçbir zaman karşılık alamamaktadır. Bu duruma birkaç kez tanık olan kadının oğlu, bir gün annesine der ki:
• Anne... Neden her sabah bu kadına “gün aydın” diyorsun? Bir günden bir güne san a cevap verdiğini görmedim.
Annesi şunu der genç adama:
• Olsun oğlum. Ben O’nun için söylemiyor um ki; kendim için söylüyorum.”

Toplumsal değişme ve hızlı kentleşmenin yol açtığı bir başka önemli olgu da, aile kurumundaki değişmelerdir. Toplumdaki en eski ve en temel kurum olan ailenin; bireyin ve dolayısıyla toplumun ruh sağlığındaki etkin işlevi, birçok yazar tarafından öne sürülmüş yadsınamayan ve tartışma götürmeyen bir gerçektir. Bir birincil grup olan aile; toplumun tüm yapısından etkilenen, aynı zam anda kendisi de onu etkileyen ve bu çok yönlü etkileşim sonucunda toplumun bütünlüğünü ve kişilerin güvenliğini sağlayan bir kurumudur. Aile bütün öteki toplumsal kurumlar gibi fakat onlardan daha etkili bir biçimde, kendisini oluşturan bir eyler için bazı işlevleri yerine getirmektedir.

Evlilik ilişkisi kuran bireylerin psişik gereksinmelerinin karşılanması, üreme ve çocuğun sosyalizasyonu; ailenin en eski ve belki de en değişmez işlevleri arasındadır. Bunların yanı sıra ailenin, kişilerin özel yaşantılarını gözleme gücü de belirgindir. Bu özellik, ödüllendirme ve cezalandırma yönünden aileyi daha etkin kılar. Ayrıca özdeşleşme de aile içinde daha yoğun olarak gerçekleştirilebilir. Tüm bu işlevlerinin dışında ailenin; üyelerine toplumsal prestij ve statü sağlayıcı, koruyucu, dinsel ve ekonomik işlevleri de vardır. Yukarıda sıralan an tüm bu nitelikleri ve işlevleri göz önünde bulundurulduğunda aile, toplum için vazgeçilmez bir kurum konumundadır.

“Ev gibisi var mı?”

Toplumsal değişme sürecinde; aile yapısında ve işlevlerinde ortaya çıkan değişmelerle ilgili bazı kuramsal görüşler, en temel etkenin endüstrileşme ve kentleşme olduğunda birleşirler. Bu iki toplumsal değişme ölçütünün etkileri sonucunda; geleneksel aile yapısının değiştiği ve yerini; anne, baba ve evlenmemiş çocuklarından oluşan çekirdek aileye bıraktığı öne sürülmektedir.
Geleneksel ailede tüm aile üyeleri babanın otoritesi altındadır.

Babanın üstünlüğünün nedeni, ekonomik gücün onda toplanmasından ve de kültürel nedenlerden kaynaklanmaktadır. Geleneksel aileden çekirdek aileye geçişte; evli oğulun ücretli iş bulması önemli bir rol oynar. Ücretli iş bulma olanağı kentlerde daha çok olduğu için, tarımsal bölgelerden kentlere göç durumu ortaya çıkmakta ve bu da çekirdek ailenin oluşmasını kolaylaştırmaktadır. Aile, kente göçmeden önce de çekirdek aile yapısında olabilir; fakat kentte ve endüstriyel iş düzeninde, baba otoritesi eski gücünü az da olsa yitirmektedir.

Çekirdek ailede oluşan bir başka değişim ise, otur ulan yer ile işyeri arasında gittikçe artan ayrılıktır. Bu iki yaşam alanı, bugün özellikle büyük kentlerde birbirinden uzaklaşmıştır. Bunun sonucunda, aileyi geçindir en iş ilişkileri hem fiziksel hem de moral olarak evden uzaklaşmıştır. Babanın evden uzaklaşmasını, çocukların ve evin kadınının da çalışmaya başlaması izler. Baba ile birlikte diğer aile bireylerinin de çalışmak durumunda kalması; aile üyeleri arasındaki yakınlık ve beraberliği eskiye oranla azaltmakta, ayrıca çocuk bakımı ve eğitiminde güçlükler doğurmaktadır. Süreç aile geçimsizliği (emosyonel boşanma), ayrılma ve boşanmalara kadar uzanabilir.

Bu tür değişikliklerin tüm aile bireylerinde ruhsal yönden olumsuz etkileri olması beklenir.
“Çözülen aile” kavramı, endüstrileşen toplumlarda ailenin yok olduğunu ileri süren görüşlerin ortaya attığı bir kavramdır. Bu ailenin özelliği, karı-koca ilişkilerin in yetersiz oluşudur. Parçalanan aile (broken family) ve tamamlanmamış aile (uncomplete family) terimleri, çözülen aile kavramının içinde ele alınırlar.

Parçalanmış aile, çekirdek ailede eşlerden birinin ya da her ikisinin yok olması sonucu ortaya çıkan aile tipidir. Bu yok oluş; boşanma, bırakıp gitme, evliliğin feshi, ayrı yaşama, ana-babadan birinin zamansız ölümü gibi nedenlerle olabilir. Ailede görülen tüm bu parçalanma biçimleri gittikçe artmaktadır. Bırakıp gitme ve ayrı yaşama ile ilgili kesin veriler yoktur. Buna karşılık boşanma ile ilgili veriler daha kesindir ve istatistikler boşanmaların kesintisiz bir artış gösterdiğini ortaya koymaktadır.

Tamamlanmamış aile ise çekirdek ailenin hiçbir zaman kurulamamış halidir. Genellikle gayri meşru çocuklarla annelerinden oluşur. Kentsel yaşamda ve de özellikle büyük kentlerde; parçalanmış ve tamamlanmamış aile tiplerinin giderek artması, aile kurumunun karşılaştığı en önemli sor unlardan biridir.

Bu artış, özellikle çocukların durumu açısından önem taşır. Psikiyatrik bozukluklar ve çocuk suçluluğu olayları, bu tip ailelerde daha çok görülmektedir. Ayrıca bu tür aileler, genellikle düşük sosyoekonomik katmandadırlar. Düşük sosyoekonomik düzey, aynı zamanda yet ersiz konut ve yetersiz beslenme demektir ve tüm bunlar aile bireyleri için önemli stres kaynaklarıdır.

Bu stres giderek güvensizlik, endişe ve sıkıntı yaratmakta ve psikiyatrik bozuklukların gelişmesi için uygun bir temel oluşturmaktadır. Sosyoekonomik düzey ile ruh sağlığının birbiriyle bağıntılı olduğunu ve bu kesimlerde psikiyatrik bozuklukların daha çok görüldüğünü gösteren birçok araştırma vardır.

Kent yaşantısının heterojen, yabancı, anonim, çıkarcı ve güvensiz yanları ile birlikte; toplumsal değişme sonucu aile yapısında oluşan yapısal ve fonksiyonel değişiklikler, büyük kent yaşantısının aynı zamanda bir ruh sağlığı sorunu olarak da karşımıza çıkmasına yol açmaktadır.